Bilimin Doğuşu ve Bilimsel Devrim
Yıl 1492. İtalyan bir kaptan ve kaşif olan Kristof Kolomb zamanın dünya haritalarını kullanarak Japonya’nın, İspanya’nın 7 bin km batısında olduğunu hesaplamıştı. Bu hesaplarına göre plan yapıp İspanya’dan batıya doğru yelken açtı. Doğu Asya’ya giden yeni bir yol arıyordu. 12 Ekim 1492 sabahında Kolomb’un gemileri bilinmeyen bir kıtayla tanıştı. Kolomb’un gözcülerinden Rodrigo, üç İspanyol gemisinden […] Bilimin Doğuşu ve Bilimsel Devrim yazısı ilk önce Holosen üzerinde ortaya çıktı.

Yıl 1492. İtalyan bir kaptan ve kaşif olan Kristof Kolomb zamanın dünya haritalarını kullanarak Japonya’nın, İspanya’nın 7 bin km batısında olduğunu hesaplamıştı. Bu hesaplarına göre plan yapıp İspanya’dan batıya doğru yelken açtı. Doğu Asya’ya giden yeni bir yol arıyordu.
12 Ekim 1492 sabahında Kolomb’un gemileri bilinmeyen bir kıtayla tanıştı. Kolomb’un gözcülerinden Rodrigo, üç İspanyol gemisinden biri olan Pinta’nın direğinden şu an Bahamalar olarak bildiğimiz adayı fark etti ve “Kara göründü!” diye bağırdı.
Kolomb Doğu Asya’nın açıklarında bir adaya, bugün Endonezya takımadaları olarak adlandırdığımız bölgeye vardıklarını sanıyordu. Bilmediği şey şuydu. Gerçekte Doğu Asya, İspanya’nın 7 bin km değil, 20 bin km batısındaydı ve bu iki nokta arasında hiç bilinmeyen iki kıta vardı.
Kristof Kolomb bu çığır açıcı keşfine rağmen farklı düşünemedi. Cehaletini kabullenmedi ve hatasını ömrünün sonuna dek sürdürdü. O çağda yaşayan pek çok insana göre hiç bilinmeyen, tamamen yeni bir kıta keşfetmiş olması düşünülemezdi. Büyük düşünürler, akademisyenler ve asla yanılmayan kutsal metinler binlerce yıldır sadece Avrupa, Afrika ve Asya’dan bahsetmişti. Hepsinin yanılıyor olması imkansızdı.
Amerigo Vespucci adında bir başka İtalyan denizci 1499 ila 1504 yılları arasında Kolomb tarafından keşfedilen bu yeni toprakları defalarca kez ziyaret etti. Bunların Doğu Asya açıklarındaki adalar değil, kutsal metinlerin, eski coğrafyacıların ve şimdiki Avrupalıların bilmedikleri yepyeni topraklar olduğunu düşünüyordu. Seyahatlerini anlatan iki metni Avrupa’da yayımladı.
1507’de bu iddialara ikna olan Alman haritacı Martin Waldseemüller güncelleştirilmiş bir dünya haritası yayımladı. Bu harita Avrupa’dan batıya yapılan seferlerin ayrı bir kıtaya vardığını gösteren ilk haritaydı. Tabii Waldseemüller’in haritaya bir de isim koyması gerekiyordu. Bu toprakları keşfeden ismin Amerigo Vespucci olduğunu düşündü. Yeni kıtaya onun ismini vererek onurlandırdı. Amerika. Böylece yeni kıta ironik bir şekilde kaşifi olan Kolomb’un adını değil cehaletini kabul eden Vespucci’nin adını aldı.
Waldseemüller’in haritası çok popüler oldu ve birçok başka haritacı tarafından kopyalandı. Böylece kıtanın ismi yayılmıştı.
İnsanlığın Birleşmesi
Takdir edersiniz ki Modern Çağ’dan çok önce de pek çok kültür haritalar yapmıştı. Bu haritaların hiçbiri dünyanın tamamını bilmiyordu. Fakat buna rağmen haritalarda hiç boş yer göremezdiniz. Hepsi tüm dünyanın gayet iyi bilindiği izlenimini veriyordu. Fakat gerçekte olan şuydu. Hiçbir Afrika-Asya kültürü Amerika’yı, hiçbir Amerika kültürü de Afrika-Asya’yı bilmiyordu.
İşte tam bu yüzden arkadaşlar Amerika’nın keşfi Bilimsel Devrim’in temelinde yer alır. Çünkü bu keşif, Avrupalılara güncel gözlemlerin geçmiş geleneklerden daha doğru olduğunu öğretti. Ayrıca Amerika’yı fethetme arzusuyla yeni bilgiye son derece hızlı ulaşmak istemelerini de sağladı. Avrupalıların, bu geniş toprakları kontrol etmek için coğrafyası, iklimi, florası, faunası, dilleri, kültürleri ve tarihi hakkında olağanüstü miktarda veri toplamaları gerekiyordu. Dini metinler, eski coğrafya kitapları ve eski sözlü gelenekler bir işe yaramazdı.
O andan itibaren hem Avrupalı coğrafyacılar hem de her alandan Avrupalı araştırmacılar, içlerinde sonradan doldurulacak boşluklar olan haritalar yapmaya başladılar, böylelikle mükemmel olmadıklarını ve cehaletlerini itiraf ediyorlardı.
Aslında erken modern çağdaki Avrupalılar Dünya’yı keşfetme hevesine kapılmış ilk ve tek topluluk değildi. Fakat diğer milletlerden farkları tıpkı bir mıknatısın kendilerini çekmesi gibi haritadaki boşluklara kapılıp zamanla buraları doldurmaya girişmeleriydi.
15 ve 16. yüzyıllar boyunca Afrika’nın etrafını dolaştılar, Amerika’yı keşfettiler, Pasifik ve Hint okyanuslarını aştılar ve tüm dünya çapında bir koloni ağı oluşturdular, böylelikle ilk gerçek anlamda küresel imparatorlukları ve ilk küresel ticaret ağını kurdular. Avrupa’nın emperyal seferleri dünya tarihini değiştirdi: Tarih, artık birbirinden kopuk bir dizi halkın ve kültürün değil, tek ve bütünleşmiş bir insan toplumunun tarihi haline gelmişti.
Bilimsel devrimin gerçekleştiği Yeni Çağ’a tekrar döneceğiz ama şimdi ben sizi İlk Çağ’a ya da diğer ismiyle Antik Çağ’a götürmek istiyorum arkadaşlar. Çünkü bilimsel devrimi daha iyi anlayabilmemiz için bilimin nasıl doğduğuna da bakmamız lazım.
Bilimin Doğuşu
Tanrıların Silahını Elinden Almak
Şimdi sizden binlerce yıl önce yaşamış antik bir insan olduğunuzu hayal etmenizi istiyorum. Gökyüzüne bakıyorsunuz ve bulutlarla dolu gökyüzünde aniden beliren çok güçlü bir ışık görüp kulakları sağır eden bir ses işitiyorsunuz.
Elinizde hiçbir bilgi yok.
Elektrik akımının ne olduğunu, elektronun ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz. Bulutların arasında nasıl bir elektromanyetik ilişki olduğundan bir habersiniz. Hatta yağmur sularının gökyüzüne nereden geldiğini bile bilmiyorsunuz. Diğer herkes gibi.
Ne düşünürdünüz?
Elinizdeki en mantıklı açıklama bunu sizden çok daha güçlü ve kudret sahibi bir doğaüstü gücün yapmış olabileceği olurdu. Mesela bu doğaüstü güç insanlara kızıyor olabilirdi. Bu şimşekleri bir uyarı mahiyetinde ortaya çıkarabilir, yıldırımı da bir ceza olarak insanlara gönderebilirdi. Ya da kızgın Tanrılar yukarıda kavga ediyor diyebilirdiniz. Ve böyle düşünmeniz de gayet makul bulunurdu.
Antik Yunanda yaşamış bazı filozoflar bunun böyle olmayabileceğini düşündüler. Bu tarz doğa olaylarını teoriler geliştirerek açıklamaya çalıştılar. Söylencelere değil bilimsel yönteme başvurdular.
Mesela Anaksimandros; gök gürültüsü, şimşek, yıldırım ve hortumların rüzgârdan dolayı meydana geldiği hipotezini ortaya attı. Ona göre rüzgâr ne zaman yoğun bir bulutun içine sıkışıp oradan zorla çıksa, bu ileri atılma hareketi, rüzgârın hafifliğine bağlı olarak ses çıkarıyor ve bulutun siyahlığında ortaya çıkan bu yarık, şimşek çakmasına neden oluyordu.
Anaksimandros’un bu hipotezi, üstün bir açıklama değildi. Hatalıydı. Ancak burada Tanrıların hareketleriyle izah edilen bir olguya doğal bir açıklama getirme çabası vardı. Hâlbuki bu filozoflardan önce Zeus’un şimşekten, Poseidon’un da depremlerden sorumlu olduğu düşünülmekteydi.
İşte filozoflarla avam tabakayı birbirinden ayıran şey tam olarak budur arkadaşlar.
Anaksimandros da pek âlâ bunlara sebep olanların Tanrılar olduğu açıklamasını dikkate alabilirdi. Böyle bir durumda teori geliştirmesine gerek kalmazdı. Her şey zaten gayet anlaşılırdı. Ama o bu basit ve zahmetsiz açıklamayla tatmin olmadı.
Yunanlar kozmos düşüncesiyle yeni bir doğa anlayışı geliştirdi ve doğalla doğaüstü arasındaki ayrıma işaret ettiler. Hatta bu bakımdan doğayı onların keşfettiği bile söylenebilir. Aynı şekilde, doğanın işleyişi üzerine, doğaüstü etkilerden bağımsız ilk teorileri onlar ortaya koydular. Efsanelerden teorilere geçişin ilk temsilcileri onlardı.
Bilim Neden Antik Yunanda Ortaya Çıktı?
Bilimin ortaya çıktığı yerin Antik Yunan olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hatta daha özelde İyonyalı Yunanlarla hatta daha da mikro bir bakış açısıyla Milet’de doğduğunu söylesek daha bile doğru olur. Milet günümüzde Aydın ili sınırları içerisinde Türkiye’de bulunuyor biliyorsunuz. Elbette Yunanlardan önceki uygarlıkların katkısını küçümsememek gerekir. Yine de başta Babilliler ve Mısırlılar olmak üzere, diğer kültürlerin teknolojisinden faydalanarak onu bilime dönüştüren Yunanlardır.
Peki neden?
Çünkü İyonyalı filozoflar mitler ve Tanrılara dayanan açıklamaları reddederek evreni teorilerle açıklanabilecek bütünüyle doğal ve düzenli bir yer olarak değerlendirdiler. Bu teorilerin hepsi tartışılabilir ve sınanabilir nitelikteydi. Onlar yaşadıkları dünyanın kelimeler ve sayılar yoluyla açıklanabilecek düzenli bir varlık, bir kozmos olduğunu savunuyorlardı.
Peki bir soru daha.
Neden Antik Yunanlardan başka toplumlar bu sorgulamacı bakış açısını kazanıp teoriler geliştiremedi. Antik Yunan toplumunu farklı kılan neydi?
-Antik Yunanları farklı kılan ilk şey kendilerinden önce gelen hiçbir toplumun sahip olmadığı bir şeye sahip olmalarıydı. Bilimle teknolojinin ayrımı konusunda bir bilince sahiplerdi. Mesela bir insan bir hastalığı ilkel teknolojik aletlerin yardımı sayesinde pratik yöntemlerle tedavi edebilirdi ancak bu onu yaptığı şeyin işe yarama nedenini açıklama yeteneğine sahip kılmıyordu. İşte bilim burada devreye giriyordu.
-İkinci olarak Yunan toplumu, hiyerarşik bir örgütlenme barındırmaması ve resmi bir dine odaklanmaması bakımından diğer antik toplumlardan epey farklıydı.
-Üçüncü olarak çok kültürlüydü ve demokratik bir devlet yapısı vardı.
-Dördüncü olarak Antik Yunan toplumunda tartışmalara egemen olan bir hoşgörü, varlıklı insanlara felsefi ve bilimsel meseleler üzerinde düşünecek zamanı sağlayan bir refah hakimdi.
Başka toplumlar bu etkenlere sahip değillerdi.
Mesela Mezopotamya’da yaşamış Babilliler hastalıkları tedavi edebilecek bazı etkili yöntemlere ve insan bedeni hakkında az çok bilgiye sahiplerdi. Fakat tedavi yöntemleri ne kadar iyi olursa olsun, Babilliler yine de hastalığı fiziksel nedenlere, yani teknik problemlere bağlamıyorlardı. Bunun yerine, hastalığı işlenen bir günah karşılığında Tanrılar tarafından verilen bir ceza olarak görüyorlardı. Bu yüzden bir doktorun ilk işi günahı teşhis etmek ve sonra da onu affettirmek için gereken arındırma yöntemini uygulamaktı. Babilliler’in yaklaşımı Yunan Hipokrat’ın yaklaşımını benimseyenler için oldukça tersti.
Şimdi bu konuya biraz daha yakından bakalım arkadaşlar.
Büyücülerin İşini Doktorlara Kaptırması

Tıbbın babası olarak bildiğimiz Hipokrat ve takipçilerinden oluşan topluluk hiçbir hastalığın Tanrıların müdahalesiyle gerçekleşmediğini ve her hastalığın fiziksel, doğal bir nedeni olduğunu savunuyorlardı. Hipokratçılar, onlar için en zor hastalık türü olan yani Yunanların “kutsal hastalık” olarak bildikleri epilepsi hakkında bile, aynı savın arkasında duruyorlardı.
O zamana kadar böylesine gizemli hastalıklar, insanın içine şeytan girmesi, büyü ya da Tanrı’nın bir laneti olarak görülüyordu. Fakat Hipokratçılar yaptıkları açıklamalarla kötücül şeytanların ve büyücülerin işlerini adeta ellerinden almıştı. Fikirlerini “Kutsal Hastalık Üzerine” adlı eserin giriş metninde açıkça şöyle belirtmişlerdi:
“Şu sözde “kutsal hastalık” diğer hastalıklardan daha kutsal ya da ilahi değildir; çünkü o da diğerleri gibi, doğal nedenlerden kaynaklanır ve insanların onu ilahi sayma nedeni onun diğer hastalıklardan farklı olmasından kaynaklanan tecrübesizlik ve hayrettir.”
“Aynı hastalığa sahip bir keçinin kafasını incelediğinizde, beynin ıslak ve sıvıyla dolmuş olduğunu görürsünüz. Bu da vücuda zarar verenin bir Tanrı değil, hastalık olduğunun göstergesidir.”
Bilimin Doğuşundan Bilimsel Devrime Giden Süreç
Buraya kadar bilimsel devrimi daha iyi anlayabilmek için bilimin nasıl doğduğundan bahsettik. Elbette bütün Antik Yunan filozoflarına değinmedik. Mesela atom fikrini ilk kez ortaya atan Leukippos ve Demokritos’tan tutun da matematik denince ilk akla gelen Pisagor ve Öklid’e oradan da Aristoteles’e kadar birçok düşünüre değinilebilir. Fakat genel olarak her ne kadar Doğu felsefelerinden etkilenmiş olsalar da bilimin Antik Yunan’da doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü Yunanların ortaya attıkları teoriler ne kadar kaba olsa da bunlar söylencelerden ziyade bilimsel teorilerdi.
Yunanlar bu noktadan hareketle, başka antik toplumlarda görülmeyen karmaşık teoriler geliştirmeye başladılar. Titizlik ve hevesle dünyayı yepyeni bir şekilde açıklamaya ve soruşturmaya giriştiler. Elbette geliştirdikleri teorilerin birçoğu hatalıydı. Ama buradaki önemli nokta teolojiyle kozmolojiyi ayrıştırmaya başlamışlardı.
Benim buradaki amacım bütün bu filozoflardan bahsetmek değil, daha ziyade bilimin nasıl doğduğunu bir nebze olsun anlatabilmekti arkadaşlar. Şimdi gelin bilimsel devrime giden süreçte göksel düşünceleri inceleyelim biraz.
Göksel Düşünceler
Antik toplumlar nesnelerin bırakıldığında neden aşağı düştüğü konusuna da kafa yormuşlardı. Daha önceki Yunan kozmolojilerinde nesnelerin paralel hatlarla evrenin üst noktasından altına düştüğü fikri hakimdi. Fakat bu, görünüşte en ağır cisim olan Dünya’nın neden evrenin alt kısmına düşmediği sorusunu akla getirdi. Böylesi bir kozmolojide dünyayı destekleyen, onu tutan bir şeyin olması gerekiyordu.
Aristoteles olaya farklı bir açıdan baktı. Merkez-odaklı bir teori geliştirdi. Dünya’yı evrenin merkezine doğru, ağır nesneleri de Dünya’ya doğru hareket eder şekilde konumladı. Böylelikle Dünya’nın düşmesi sorununun üstesinden gelinmiş oluyordu; çünkü herhangi bir ağır nesne gibi Dünya da evrenin merkezine doğru hareket ediyordu ki, bu merkez zaten kendisiydi. Dolayısıyla Dünya sabit durabiliyordu.
Antik Yunan’da Dünya’nın sabit ve merkezi olduğu fikri hakimdi. Ayrıca, Yunanların bu fikirlerini desteklemek için yeterince nedeni vardı. Günümüzde Dünya’nın günde bir kez kendi etrafında ve yılda bir kez de Güneş etrafında olmak üzere, iki temel devinimi olduğunu biliyoruz. Yunanlara göreyse Dünya’nın devinim halinde olması durumunda, bunun fark edilebilir sonuçlara yol açması gerekiyordu. Buradan da şu sorular ortaya çıktı:
Dünya’nın batıdan doğuya günlük bir dönüşü varsa, neden doğudan batıya sürekli bir rüzgâr olmuyordu? Ya da Dünya Güneş etrafında dönüyorsa, nesneler ve canlılar nasıl olup da Dünya yüzeyinden savrulmuyordu? Dünya neden parçalanıp gitmiyordu? Ya da Ay neden Dünya’yı takip ediyordu?
Bugün bu sorulara fizik kanunları ve kütle çekim kuvvetiyle yanıt verebiliyor, Dünya’nın kendisiyle beraber atmosferi de taşıdığını biliyoruz. Fakat Yunan bilimi bu sorulara böylesi yanıtlar verememişti.
Yıldız Paralaksı
Bir başka sorun da şuydu:
Eğer Dünya, Güneş’in etrafında dönüyor olsaydı yıldızların Dünya’ya göre olan konumlarının ciddi şekilde değişmesi gerekmez miydi? Yani Dünya bu kadar uzun mesafe kat ediyorsa Güneş’in bir yanındayken farklı görünen yıldızlar diğer yanındayken farklı görünmeliydi.
Aslına bakarsanız bugün durumun aynen böyle olduğunu çok iyi biliyoruz. Fakat bizim bunu bilebilmemiz modern bilimsel aletlerle ancak 1838 yılında mümkün oldu. Çünkü yıldızlar Dünya’ya o kadar uzaktalar ki yıldız paralaksı denen bu değişim gözle görülemeyecek kadar küçük. Fakat Yunanların bunu gözlemlemesi mümkün değildi.
Yunanlar evrenin bugün bildiğimizden çok ama çok daha küçük olduğunu düşünüyorlardı. Onlara göre yıldızların hepsi eşit uzaklıktaydı ve çıplak gözle görülebilen en uzak gezegen olan Satürn’ün biraz ötesindeki bir hatta bulunuyorlardı. Yunanların tasarladığı evren bugünkü Güneş sisteminden daha büyük değildi. Onlara bakılırsa, Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi durumunda, yıldız paralaksının da görünür olması gerekirdi. Eğer yıldız paralaksı gözlenemiyorsa sonuç gayet açıktı. Dünya’nın hareket ettiği falan yoktu.
Aslında Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğüne inanan bir gökbilimci Antik Yunan’da bile vardı arkadaşlar. Aristarkus. Ancak antik dünyada hiç kimse onun düşüncelerine kulak asmamıştı. O zamanki sınırlı bilgileriyle Yunanların, Dünya’nın merkezde ve sabit olduğu fikrini benimsemeleri hiç de şaşırtıcı değil.
Arap/İslam Kültürü
Buraya kadar bilimin Antik Yunan’da ortaya çıktığından bahsettik fakat Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra Yeni Çağ’a kadar, Yunan biliminin korunmasında, yayılmasında ve dönüştürülmesinde büyük rol oynayan Arap/İslam kültürünü de unutmamak lazım. İslam kültürünün dönüştürerek koruduğu bu bilimsel anlayış sonraları Batıya ilerledi ve Batıyı karanlık çağdan çıkararak Rönesans’a ve bilimsel devrime taşıdı.
Bu ilave bilgiyi de verdiğimize göre göksel düşüncelere geri dönebiliriz arkadaşlar.
Günmerkezlilik
Yunanlardan bu yana Dünya’nın, Güneş’in, gezegenlerin ve yıldızların hareketleriyle ilgili birçok farklı model ortaya atıldı. Bu modellerin her biri kendinden önceki modelin bir açığını kapatıyordu. Fakat nihayetinde ortaya hep yeni bir problem çıkıyordu. Ta ki bilimsel devrim dediğimiz dönemde ortaya çıkan bilim insanları bu problemleri ortadan kaldırana kadar.
O bilim insanları Kopernik, Kepler ve Galileo’ydu. Ve bu üç ismin yaptığı şey Dünya’yı evrenin merkezinden alıp Güneş’i merkeze koymak oldu.
İnsan bu kadar basit bir çözümün nasıl olurda yüzyıllar boyunca ortaya çıkarılamadığına şaşırıyor. Bunun önemli sebeplerinden birinin kutsal kitapların Dünya’yı evrenin merkezine koyması olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa Tanrı’nın hata yapması ve insanları yanlış bilgilendirmesi imkânsızdı.
Mesela M.S. 390 yılında Hristiyan filozof Aziz Augustinus şöyle demiş:
“Atina’nın Kudüs’le, Akademia’nın Kiliseyle, kafirin Hristiyanla ne ilgisi olabilir ki? Hazreti İsa’dan sonra meraka, İncil’den sonra da soruşturmaya ihtiyacımız kalmamıştır. Öncelikle buna inanmalıyız, inanmak zorunda olduğumuz başka hiçbir şeyin olmadığına.”
Kopernik, Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü kabulüne dayanan teorisini 1543 yılında ortaya attı. İşte bu tarih, bilimsel devrimin başlangıcıydı.
Ne var ki, Kopernik’in devinimli Dünya’sına dayanak oluşturacak bir fizik bilimi henüz yoktu. Bu yüzden teori pek çok sorunla karşılaştı. Ayrıca bu teori savını destekleyecek gözlemsel kanıttan da yoksundu. Kopernik’in teorisinin makul hale gelmesi ancak Kepler ve Galileo’nun çalışmalarından sonra gerçekleşti. Kepler gezegenlerin yörüngelerinin elips şeklinde olduğunu buldu. Galileo ise bazı fiziksel sorunları çözerek Kopernik’in savını destekleyecek gözleme dayalı bir kanıt bulmuştu. Tarihte ilk defa 1610 yılında yeni icat edilmiş olan teleskobu gökyüzüne çeviren kişi oydu. Dünya merkezde falan değildi. Yaklaşık 2000 yıl sonra Dünya hakkında bildiklerimiz adeta baştan yazılıyordu.
Mikroorganizmalardan Oluşan Bir Dünya
Tarih boyunca insanlar hep cehaletle mücadele etti. Ama sorun bu değildi. Asıl sorun cehaletlerinin farkında değillerdi. Mesela insanlar bilimsel devrime kadar gezegendeki organizmaların yüzde 99,99’uyla (yani mikroorganizmalarla) ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Halbuki vücudumuzda mikroorganizmalardan oluşan bir ordu var. Bazıları bizim için oldukça yararlı ve vazgeçilmez. Bazıları ise bizi hasta ediyor.
Gelin görün ki insan gözünün bir mikroorganizmayı ilk kez görmesi ancak 1674’te gerçekleşti. Anton van Leeuwenhoek ev yapımı mikroskobuyla bir damla suya baktığında içinde minik yaratıklardan oluşan bir dünya olduğunu fark etti. Bunu takip eden üç yüz yıl boyunca, insanlar devasa sayıda mikroskobik yaratıkla tanıştılar. Böylece onları tıp ve sanayinin emrine koştular. Bugün bakterileri yöneterek ilaçlar ve biyoyakıt üretip, parazitleri yok edebiliyoruz.
Atomun Gücü ve Uzay Çağı
Öte yandan, geçtiğimiz beş yüz yılın belki de en önemli olayı 16 Temmuz 1945 sabahı saat 5:29:45’te gerçekleşti. Tam olarak bu saniyede Amerikalı bilim insanları ilk atom bombasını New Mexico eyaletinin Alamogordo şehrinde patlattılar. Bu andan itibaren insanlık, sadece tarihin akışını değiştirebilme değil, tarihi sona erdirebilme kapasitesine de sahip oldu.
Diğer bir önemli olay ise 20 Temmuz 1969’da tarihte ilk kez bir insan Ay’a ayak bastığında gerçekleşti. Bu sadece tarihsel değil, evrimsel hatta kozmik bir başarıydı. Evrimin bundan önceki dört milyar yıllık tarihi boyunca, hiçbir organizma Dünyanın atmosferinden çıkmayı başaramamış ve hiçbiri Ay’ın yüzeyine ulaşamamıştı.
Cehaletin Keşfi
Peki modern bilim bütün bunları nasıl başardı?
İnsanlar en azından Bilişsel Devrim’den bu yana evreni anlamaya çalışmışlardı. Atalarımız doğa yasalarını anlamak için ciddi zaman ve çaba harcadılar; fakat modern bilim, üç önemli konuda kendisinden önceki tüm geleneklerden ayrılır:
Birincisi modern bilim cehaletimizi kabullenir ve hiçbir şeyi bilmediğimizi varsayar. Bundan daha da önemlisi, şu ana kadar bildiğimizi sandığımız şeylerin zamanla yanlış çıkabileceğini de kabul eder; hiçbir kavram, fikir veya teori kutsal ve eleştiriden muaf değildir.
İkincisi modern bilim gözlem, deney ve matematiğe önem vererek yeni bilgiye ulaşmayı hedefler ve topladığı bilgileri kapsayıcı teorilere dönüştürür.
Üçüncüsü ise modern bilim ürettiği bu teorileri yeni güçler edinmek ve yeni teknolojiler geliştirmek için kullanır.
Yani anlayacağınız arkadaşlar Bilimsel Devrim aslında bilgi değil, her şeyden önce cehalet devrimiydi. Bilimsel Devrim’i başlatan büyük şey, insanların en önemli sorularının cevaplarını bilmediklerini keşfetmeleriydi.
Dinler gibi modern öncesi bilgi gelenekleri, dünyayla ilgili önemli olan her şeyin bilindiğini iddia etti. Büyük tanrılar, peygamberler veya akil insanlar herkesi kapsayan bilgeliğe sahiplerdi ve bunları bize sözlü geleneklerle veya yazıyla aktarmışlardı. Sıradan ölümlüler bu eski metinleri ve gelenekleri inceleyerek ve onları tam olarak anlamaya çalışarak bilgi edinirlerdi.
Modern bilim ise kendine özgü bir bilgi geleneğine sahip. Zira en önemli sorularla ilgili kolektif cehaletin söz konusu olduğunu biliyor. Darwin hiçbir zaman kendisinin hayatın sırrını tam olarak ve ebediyete dek çözdüğünü iddia etmedi. Yüzyıllar süren yoğun bilimsel araştırmalardan sonra biyologlar beynin nasıl bilinç geliştirdiği konusunda hâlâ iyi bir açıklamaları olmadığını itiraf ediyorlar. Fizikçiler Big Bang’e neyin yol açtığını veya genel görelilik teorisiyle kuantum mekaniklerini nasıl bağdaştıracaklarını hâlâ bilemiyorlar.
Teori Ne Demektir?
Belirli teoriler eldeki mevcut kanıtlarla o denli güçlü bir şekilde desteklenir ki, tüm alternatif teoriler gözden düşerler. Bu teoriler doğru olarak kabul edilir, ama herkes yeni ve teoriye karşıt kanıtlar ortaya çıkması durumunda teorinin gözden geçirileceğini kabul eder. İlk gelenekler teorileri genellikle hikâyelerle formüle ederken, modern bilimse matematiği kullanır.
Örneğin 1687’de Isaac Newton, belki de modern tarihin en önemli kitabı olan “Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri”ni (Principia) yayımladı. Çizimler ve formüllerle dolu bir kitaptı. Newton bu kitapla hareket ve değişime ilişkin genel bir teori sundu. Newton’ın teorisinin büyüklüğü, düşen elmalardan kayan yıldızlara evrendeki tüm maddelerin hareketini üç basit matematik yasası kullanarak açıklayabilmesi ve öngörebilmesindeydi.
Biz bugün biliyoruz ki bir top güllesinin veya gezegenin hareketini anlamaya çalışan biri nesnenin kütlesini, yönünü, ivmesini ve üzerinde etkili olan gücü bildiğinde nesnenin gelecekteki konumunu rahatlıkla hesaplayabilir. Bu sayıları Newton’ın denklemlerine yerleştirmesi yeterli. Bu yöntem bugün hala saat gibi çalışıyor. Fakat ilk defa 20.yüzyılın başında bilim insanları Newton’ın hesaplarına uymayan birkaç gözlem yaptı ve bunlar da fizikteki bir sonraki devrimi doğurdu:
Görelilik teorisi ve kuantum mekaniği.
Bilimsel Devrim Nedir?
Kopernik’in Güneş’le Dünya’nın rollerini değiştirmesinden Ay’a ayak basmamıza kadar uzanan hatta günümüzde de devam ettiğini söyleyebileceğimiz bu sürece Bilimsel Devrim diyoruz arkadaşlar. Bu devrim süresince insanlık bilimsel araştırmalara kaynak aktararak olağanüstü miktarda yeni güçler edindi.
16.yüzyıla kadar devletler ve zenginler yeni tıbbi, askeri ve ekonomik güçler elde edebilmeye şüpheyle yaklaşmışlardı. Eğitime ve araştırmaya, yeni beceriler edinmekten ziyade eldeki becerileri koruyabilmek için kaynak ayırırlardı. Rahiplere, filozoflara ve şairlere para vererek, kendi yönetimlerinin meşruluğunun ve toplumsal düzenin sürdürebilmesini umarlardı; yeni ilaçlar, yeni silahlar icat etmek veya ekonomik büyümeyi canlandırmak gibi hedefleri yoktu.
Fakat geçtiğimiz beş yüz yıl boyunca, insanlar bilimsel araştırma yoluyla becerilerini giderek geliştirebileceklerini fark ettiler. Bu kör bir inanç değildi, ampirik olarak da defalarca kanıtlanmıştı. Buna ilişkin kanıtlar arttıkça, devletler ve zenginler bilime daha fazla kaynak ayırmaya istekli hâle geldiler. Bu tür yatırımlar olmadan, ne Ay’da yürüyebilir ne mikroorganizmaları düzenleyebilir ne de atomu parçalayabilirdik. Örneğin ABD yönetimi, geçtiğimiz yıllarda nükleer fizik araştırmalarına milyarlarca dolar ayırdı. Bu araştırmalarla üretilen bilgi, nükleer elektrik santrallerini yapabilmeyi ve böylelikle Amerikan sanayisi için ucuz elektrik üretebilmeyi sağladı.
Dünyanın bugün geldiği noktada bilimsel çalışmalara kaynak ayırmayan devletlerin yerinde sayacağına hiç şüpheniz olmasın. Yerinde saymak gerilemek demektir. Çünkü bilimsel çalışmalar durmuyor. Dünya hızla değişiyor. Son birkaç yüzyılda bu değişimlere ayak uyduramayan devletler yıkıldı. Günümüzde her yıl, bir devrim yılı. Bugün, benim yaşımda biri bile, gençlere “ben gençken dünya bambaşkaydı” diyebilir. Örneğin internet yaygın olarak ancak 1990’larda kullanılmaya başlandı. Oysa bugün dünyanın internetsiz nasıl olacağını hayal bile edemiyoruz.
Sonuç:
İşte ben bu kanalda bu yüzden bilimi popülerleştirmeye çalışıyorum arkadaşlar. Modern bilimde dogma yoktur. Her şeyi bildiğini ve bulgularının değişmeyeceğini iddia etmez. Objektif ve evrensel bir bilgi sistemidir. Deneye ve gözleme dayalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ebedi başkomutanının da dediği gibi:
“Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakikî yol gösterici bilimdir, fendir. Bilim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır.”
“Ben manevi miras olarak hiçbir dogma hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar.
M.Kemal ATATÜRK
Kaynaklar ve İleri Okuma:
Evreka! Bilimin Doğuşu – ANDREW GREGORY
Hayvanlardan Tanrılara Sapiens – YUVAL NOAH HARARI
Bilimin Doğuşu ve Bilimsel Devrim yazısı ilk önce Holosen üzerinde ortaya çıktı.