Medeniyet ve Nörobilim Perspektifinden Şahsiyetin İnşası
İnsanın yalnızca tıbbi anlamda, anatomik ve fizyolojik özellikleriyle incelendiğinde bile eşsizliği açıkça görülür. Bugüne kadar kaç insanın yaşadığı bilinmemekle birlikte, bugün yeryüzünde bulunan 7 milyar civarındaki insanın hiçbirinin diğerine tıpatıp benzememesi bu özgünlüğün en somut göstergesidir.

Medeniyet ve Nörobilim Perspektifinden Şahsiyetin İnşası
İnsanın yalnızca tıbbi anlamda, anatomik ve fizyolojik özellikleriyle incelendiğinde bile eşsizliği açıkça görülür. Bugüne kadar kaç insanın yaşadığı bilinmemekle birlikte, bugün yeryüzünde bulunan 7 milyar civarındaki insanın hiçbirinin diğerine tıpatıp benzememesi bu özgünlüğün en somut göstergesidir. En basit bir cerrahi müdahale olan apandisit ameliyatında bile, cerrahlar sıkça her bireyde farklılık gösteren anatomik yapılardan söz eder. Organların yerleşimi, damar yapıları, parmak izleri, beyin kıvrımları ve hatta retina hücreleri bile kişiden kişiye değişir.
Bu fizyolojik farklılıklar, karakter ve şahsiyet açısından da geçerlidir. Her bireyin hayatı, genetik kodların yazılımıyla başlayan bir yolculuktur. Bu yolculuk, daha anne karnında başlar ve yaşam boyunca bireyin maruz kaldığı çevresel etkilerle şekillenir. Aile içi ilişkiler, okul hayatı, sosyal çevre, iş yaşamı, evlilik, çocuklar ve yaşlılık gibi birçok faktör kişiliğin inşasında önemli rol oynar.
Orijinal bir şahsiyet; yaşadığı olayları sorgulayan, anlamaya çalışan, geçmiş tecrübeleriyle bağlantılar kurarak olaylara özgün ve yapıcı yaklaşımlar geliştiren bireydir. Bu bireyler, karşılaştıkları sorunları çözmek için çevresiyle iletişim kurar, gerektiğinde yardım ister, yaşadıklarından ders çıkarır ve elde ettikleri bilgileri başkalarıyla paylaşma isteği taşır. Bu yaklaşım, kişinin hem kendisiyle hem de çevresiyle barışık bir hayat sürmesini sağlar.
Diğer taraftan, sağlıksız şahsiyet yapısı; olaylar karşısında pasif kalan, sorumluluktan kaçan, faydacı ve taklitçi bir tutum sergileyen bireylerde görülür. Bu kişiler özgünlükten uzak, dış görünüşe odaklı ve kısa vadeli çıkarları merkeze alan yaşam tarzını benimserler. En küçük bir problem karşısında kırılgan hale gelir ve çabucak yıkılırlar.
Bu bağlamda önemli bir sorun da, bireyin kendini bir organizma düzeyine indirgemesidir. Yeme, içme, üreme gibi temel işlevlerle sınırlı bir hayat algısı; taklitçi, yüzeysel ve haz odaklı bir yaşam biçimini beraberinde getirir. Modern dünyanın sunduğu bu haz merkezli yaşam biçimi, uzun vadede kişide derin bir boşluk duygusuna yol açar. Bu nörokimyasal dengesizlik ise çoğu zaman "anlamsızlık hastalığı" olarak tanımlanan depresyonla sonuçlanır.
Son yıllarda sıkça dile getirilen “Tükenmişlik Sendromu” da bu sürecin bir sonucudur. Özellikle kendini aydın olarak tanımlayan bireylerde görülen bu sendrom; kişinin ruhsal ve zihinsel enerjisinin tükenmesiyle, hayatla olan bağının zayıflaması şeklinde ortaya çıkar. Bu durumun tedavisi ise sadece tıbbi değil, aynı zamanda insani ve manevi değerlerin yeniden ihyasıyla mümkündür. Ne var ki bu sendroma yakalanan bireylerin büyük çoğunluğu durumlarını kabullenmez ve gizlemeyi tercih eder.
Elbette ki bireyin yaşadığı çevre ve toplum, bu tükenmişliğin oluşumunda önemli bir etkendir. Dijitalleşen ve hızla değişen modern dünya, bireyi içine çeken bir “karadelik” gibi davranır. Bu karmaşa içinde bireyin kendini koruyabilmesi, ancak sağlam bir içsel yapıya, orijinal bir şahsiyete sahip olmasıyla mümkündür.