Ağız tadı
Şehrin sokaklarına çıktım. Ne güzel binalar, ne güzel arabalar, ne güzel kadınlar var. Sıcacık tenleri, kıpır kıpır bedenleri…

Şehrin sokaklarına çıktım. Ne güzel binalar, ne güzel arabalar, ne güzel kadınlar var. Sıcacık tenleri, kıpır kıpır bedenleri… Kızılay aracı anons yapıyor: "Hiç tanımadığınız birine iyilik yapın, kan bağışlayın, hayat kurtarın." Yürüyorum. Merdiven basamakları, parklar, bahçeler, yapay göletler… Ankara'nın bozkırında yeşil bir huzur, yapay olsa bile. Otobüse biniyorum, iniyorum, dolmuşa biniyorum. Yürüyorum… Yürüyorum… Arabaların, binaların, güzel kadınların olduğu yüzlerce şehirden geçiyorum. Kalabalıklara karışıyorum, çorbaya atılan bir tuz gibi. Yok olup gitmek istiyorum bu kalabalıkların içinde, ama ağızda bir tat bırakmak… Hayatın tadını. Olmuyor.
Dağlara çıkıyorum, nehirlerde yüzüyorum. Uzak denizlerde olumlamalar yapıyorum. Bedenime ağırlık yapan her şeyi burada bıraktım. Hafiflemiş, arınmış olarak kovanıma dönüyorum. Bir arı gibi çalışacak, hem bu ekosisteme hem de kendime faydalı, başarılı ve özgür bir birey olarak yoluma devam edeceğim diyorum. Uçaklar, gemiler, otobüsler, dolmuşlar, tek başına yolculuk ettiğim arabalar, motorlar, bisikletler, yaya yürüyüşleri… Nereye gidiyorum? Ne arıyorum, ne istiyorum?
Zamanın akıp gittiğini görüyorum. Hiçbir şey yapmasam bile taksimetre işliyor, zamanla tahsilat yapıyor. Kimim ben? Yarattığım kalabalıklarda bile kendi içine gömülen, kendi dünyasında yapayalnız yaşayan ben. Artık konuşurken kimsenin gözbebeklerine, hatta yüzüne bile bakmayan ben. Nereye bu telaşlı gidişlerim?
"Bu gidiş nereye veda etmeden demek karar verdin ayrılacaksın, yalvarıp kal demem, git, güle, nasılsa sen beni arayacaksın," diyor beynimde bir şarkı...
Dokuz rakamı gibi, fetüs gibi kıvrılıp yatıyorum hayatın ortasında. Ne bir yere gidesim var, ne de bir yerde kalasım. Kafam estikçe çıkıp gittiğim yerlerde ne kendimi bulmuşum, ne de bir şey unutmuş oralarda. Tek bir şehir var: Muğla.
İşte, zaman zaman kendimi kaybettiğim o şehirden kopalı, dünyanın hiçbir yerinde kendimi bulamadım. Hiçbir kadına akmadı kanımın kızgınlığı. Hiçbir gözlere aşkla bakamaz oldum. Hep "Allah razı olsun," dedim seni seviyorum diyen dillere.
Söylemeye çalıştım ben de. Söyledim bile yarım ağızla, kaçamak bakışlarla. Seviştiğim güzel kadınlarla… En güzel arabalara bindim, en güzel kıyafetleri giydim; zaman zaman en güzel binalarda konakladım.
Yeryüzünde üretilmiş tüm araçlarla seyahat edip, en güzel yemekleri yedim; acı, tatlı, ucuz, pahalı… En pahalı suyu içtim mesela, Arnavutluk’ta. Toskana suyuymuş; bir şişesine 20 Euro verdim. Hayır, onda da tat alamadım tabii ki.
Anlamsızdı her şey. "Ağzımızın tadı bozulmasın" derler ya, bozulmuştu bir kere ağzımın tadı. Pahalı viskiler, köpek öldüren şaraplar, arpa suyu biralar yalnızca daha çok sigara içmemi sağladı. Kafam esip uzaklaşsam, kendimi ararken dünyayı gezip dolaşsam... 9 gibi… Aynı şekle giriyor. Ana karnındaki fetüs gibi. Kapanıp içime uyuyordum. Göbek bağını farkettim. Kesmeye çalıştım; bana hayat veriyordu. Büyüyordum. Demek ki doğum yakındı o hâlde. Hep burada kalıp ölecek değildim ya. Belki bir süresi vardı bu beklemenin. 9 ay mıydı? 9 yıl sonra, 9. ayda bir el çekip beni dışarıya çıkardı.
Annemiydi gördüğüm yüz? Kızıyordu bana. "9 yıl kahrını çektim. Bana çok eziyet ettin," diyordu. Yeni bir dünyaya uyanmıştım. "Anne," dedim, ağladım. "Özür dilerim."
Ama öfkesi bitmemişti annemin. "Sana sarıldığımda evlat kokusu alamıyorum," dedi. "Emziremiyorum seni. Bu seninle ilgili değil," diyordu yıllar önce de. Yine benzer şeyler söyledi.
Bir şarkı duydum: "Bilmiyorum seninle sonumuz ne olacak. Belki bu aşk ölümsüz, belki yarım kalacak," diyordu... Önceki şarkıda ise "nasılsa sen beni arayacaksın" diyordu...
Yıllar önce kaybettim ben beni; terkedilmiş bir gemi gibi sahilde. Uçsuz bucaksız maviliklerde gezmek isterken atölyeye kapatıldım. Parçalara bölündüm. Şehirlere sürüldü her bir parçam, bir yerlere yedek parça niyetine; dağlarda yakıldı odunlarım, sobalarda tüttü...
Ruhumdu deli divane gezip kendini arayan. Buldu bedenini. Tam kavuştum derken bedeni küsmüştü ruha. Oysa ezelden biliyordum ben derdimi. O yüzden gitmedim hiçbir doktora, psikoloğa. Dermanını bildiğim hastalığın ilacı birkaç kutu hap, bir sürü gereksiz konuşmam mı olacaktı? Onların yönlendirmesiyle mi kendime değer verip, kaybettiğimi bulacaktım? Ondan nefret ederken kendim değerli mi olacaktım?
Dedim ya... Başlıkta dediğim gibi: Ağız tadı. Ağzımın tadı kaçmıştı bir kere. Hangi nefis lezzet o tadı geri getirebilir? Tabii ki kaçıp giden tadım, kaybettiğim şehirde, öbür yarım yerine geldiğinde.