Zaman neden bazen hızlanır bazen de durur?

Günlerdir gözünüze doğru düzgün uyku girmemiş. Uzun zamandır ağrıyan dişiniz için yeter artık deyip en yakın dişçiden bir randevu alıyorsunuz. Dişçi size 20’lik dişlerinizin sorun yarattığını ve çekilmeleri gerektiğini söyleyip başka bir randevu veriyor. Randevu günü geliyor. Bir sürü uyuşturucu iğneden sonra operasyon başlıyor fakat inatçı dişler bir türlü çıkmak bilmiyor. En sonunda operasyonun bittiğini […] Zaman neden bazen hızlanır bazen de durur? yazısı ilk önce Holosen üzerinde ortaya çıktı.

Zaman neden bazen hızlanır bazen de durur?

Günlerdir gözünüze doğru düzgün uyku girmemiş. Uzun zamandır ağrıyan dişiniz için yeter artık deyip en yakın dişçiden bir randevu alıyorsunuz. Dişçi size 20’lik dişlerinizin sorun yarattığını ve çekilmeleri gerektiğini söyleyip başka bir randevu veriyor.

Randevu günü geliyor. Bir sürü uyuşturucu iğneden sonra operasyon başlıyor fakat inatçı dişler bir türlü çıkmak bilmiyor. En sonunda operasyonun bittiğini öğrenip rahatlıyorsunuz ve evinize gidiyorsunuz.

Aradan geçen birkaç günün sonunda arkadaşlarınız size dişçi randevunuzun nasıl geçtiğini sorduğunda şöyle anlatıyorsunuz:

“Zaman durmuş gibiydi. Bir türlü bitmek bilmedi. Umarım sizin başınıza gelmez.”

Şimdi başka bir gününüze bakalım.

Bir partidesiniz. En sevdiğiniz arkadaşlarınızla beraber çılgınlar gibi eğleniyor, karaoke yapıyor, eskilerden bahsedip kahkahalarla gülüyorsunuz. Yanınızda da sevgiliniz var. Herkes çok mutlu.

Ertesi sabah kahvaltıda sevgilinize şöyle diyorsunuz:

“Ya dün gece zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamadım. Keşke hiç bitmeseydi.”

Peki, neden böyle?

Neden güzel anlarımız çabucak bitip giderken, korku dolu ya da stresli anlar uzayıp, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor?

İç zamanımız, saatlerin gösterdiği zamandan farklı mı işliyor?

Tüm bu soruların cevabını arayacağız arkadaşlar ama önce gelin isterseniz “Zaman nedir?” sorusuna kısa bir cevap vermeye çalışalım. Çünkü iç zamanımızın neden farklı işlediğini anlayabilmemiz için zaman kavramının fizikçiler açısından nasıl tanımlandığını da anlamamız gerekir.

Zaman nedir?

Amerikalı mucit ve devlet adamı Benjamin Franklin “Zaman yaşamın hammaddesidir” diye yazmıştı. Alman bilim insanı Albert Einstein ise “Zamanın sadece bir yanılsama” olduğunu söylüyordu. Peki, hangisi haklı?

Belki de ikisi de haklıdır.

Aslında zaman, gezegenlerin ya da saatin, yani bir nesnenin hareketleri değil. Yani zamanın saatle veya hareketin sayılmasıyla ölçülmesi zamanın kendisi değil. Bizim ölçtüklerimiz sadece aralıklar. Mesela; Dünya kendi ekseni etrafında bir tur döndüğünde bir gün geçti deriz ve bugünkü evrensel kabule göre bu dönüşe 24 saat demişiz. Ya da Dünya Güneş’in etrafında bir tur döndüğünde buna da bir yıl deriz.

Peki, şimdi size bir soru.

Neredeyse kesin bir şekilde tahmin edilebilir olan bu hareketler olmasaydı yine zamandan bahsedebilecek miydik?

Değişimi ancak değişmeyen bir şeyle bağlantı kurarsak anlayabiliriz. Dünya Güneş’in etrafında dönüyor, fakat biz dünyanın dönüşünü hissetmiyoruz. Aynı anoloji zaman içinde geçerli. Zaman akar gider ama hissetmeyiz. Benzerliklerin ardıllığı olmak zorundadır. Fakat ardıllık akıldadır.

Öyle görünüyor ki zihin veya akıl olmadan zamandan söz edemeyiz.

Zaman, Newton ve Einstein

Zamanı ölçmek için bir zaman noktasına yani bir olayın gerçekleşmesine ihtiyacımız var dedik. Bir zaman aralığı için iki olay olması lazım. Bu sayede olayların ya da değişimlerin düzenli bir dizisi, bir “saat” gibi kullanılabilir. Bir sarkacın salınımları, kum saati, Güneş saati ya da sezyum atomunun titreşimleri ile zamanı ölçebiliriz. İşte tüm bunlar hareketle zaman arasında kopmaz bir bağ olduğuna işaret ediyor.

Peki arkadaşlar, zaman hareketle temelden bağlıysa mutlak mıdır; yoksa gözlemcinin hızına mı bağlıdır?

Newton, iki olay arasındaki zaman aralığının kesin bir şekilde ölçülebileceğini düşünüyordu. İyi bir saat kullanılması koşuluyla kim ölçerse ölçsün, aynı sonuç elde edilebilirdi. Bu yüzden Newton’un mutlak zamanı, alıştığımız gündelik zamanla çok uyuşuyor.

Newton’a göre zaman ilk olarak, hiç durmaksızın ileri doğru akıp giden bir şey. Geçmişe gidip de örneğin doğum tarihinizi biraz ileriye ya da geriye alamazsınız. İkinci olarak ise, mutlak bir şey; herkes ve her hareket eden nesne için değişmeyen bir şey. Yani Newtoncu kuramda zaman, evrensel. Herkes hemen hemen aynı zamanlarda büyüyor ve yaşlanıyor.

Fakat bugün biliyoruz ki durum gerçekte böyle değil.

“Haydaaa. Nasıl durum böyle değil? Herkes aynı zamanın içinde yaşamıyor mu?” dediğinizi duyar gibiyim.

Bana kızmayın. Isaac Newton’a kafa tutan sevgili Albert Einstein böyle diyor.

Diyor ki:

“Zaman görecelidir.”

İyi de bu ne demek?

Özel ve Genel Görelilik

Bildiğiniz gibi Einstein, mucize yıl denilen 1905 yılında 4 makale yayımladı. Bu sayede sadece zaman kavramının değil uzay kavramının da göreli olduğu anlaşıldı. Einstein bunu özel ve genel görelilik teorileriyle açıkladı.

Özel görelilik kuramına göre zaman, farklı hızlardaki gözlemciler için farklı akıyor. Genel görelilikte ise kütle çekim kuvveti, uzay-zamanı büküyor; zamanı değiştiriyor; onun hızlı veya yavaş akmasına yol açıyor.

Buradan anlıyoruz ki zamanın değişmesi iki faktöre bağlı:

Birincisi hareket, ikincisi ise kütle çekim kuvveti.

Yani eğer ben hareket etmeye başlarsam zaman benim için başka bir referans noktasına göre farklı akmaya başlayacak. Ya da mesela bir karadeliğin yakınına gidersem kütle çekimi o kadar artacak ki artık zaman benim için dünyadaki bir insana göre farklı akacak.

Bu konuları daha önce yayımladığım “Zaman nedir?” ve “Zamanda yolculuk mümkün mü?” adlı videolarda konuşmuştuk. Daha detaylı bilgi isteyenler o videolara bakabilirler.

Zaman neden bazen hızlanır bazen de durur?

Şimdi.

Buraya kadar zamanı fizik perspektifinden anlamaya çalıştık. Ancak bir de bizim zamanı algılama biçimimiz diye bir şey var. Biraz da bunu konuşalım isterseniz.

Hani videonun başında bazı sorular sordum ya:

“Neden güzel anlar çabucak bitip giderken, korku dolu anlar uzayıp, hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor? Bilincimizin zamanı saatlerin gösterdiği zamandan farklı mı?” gibi sorular sormuştum.

Aslında her insanın kendine özgü bir iç zamanı var. Bu iç zamanımız kendi gizemli yasalarına itaat ediyor. Yani zaman duygusu zihnin son derece rafine bir faaliyeti. Beynin hemen hemen tüm fonksiyonları bu faaliyete katılıyor. Duyu organlarımız, belleğimiz, gelecek planları yapma yetimiz, duygularımız, öz bilinç. Hepsi birlikte etkili oluyorlar ve bu mekanizmalardan sadece bir tanesi bile arızalandığında zaman yaşantımız bozuluyor ya da tamamen ortadan kalkıyor.

Yani arkadaşlar, zaman duygusunun nasıl oluştuğunu araştırmak bilincin içinde heyecanlı bir yolculuğa çıkmak gibi bir şey diyebiliriz. Bunun, içerisinde yaşadığımız kültürle bile ilişkisi var. Çünkü zamanın akışını algılamamızı sağlayan kimi dürtüler doğuştan gelirken bazılarını sonradan öğreniyoruz.

Aymaralar’ın zaman imgesi

Örneğin zamana dair bir imge oluşturmak istediğimizde, bizim kültürümüzde geçmişin ardımızda kaldığını söyleriz. Buna karşılık gelecek önden bize doğru gelmektedir. Oysa And Dağları’ndaki bir Kızılderili halkı bunun tam tersini düşünüyor. Aymaralar’a geçmiş sorulduğunda, ileriye bakış yönünü gösteriyorlar. Ne de olsa geçmişte yaşananları zaten bir kez görmüşler. Öte yandan insanlar gelecek karşısında kördür diye düşünüyorlar. Bu yüzden Aymaralar geleceğin arkalarında olduğunu geçmişinse önlerinde durduğunu söylüyorlar.

Aymaralar (Güney Amerika)

 

Enteresan olansa şu: Aymaralar inandıkları gibi de yaşıyorlar. Onlara göre gelecek görünmez olduğundan gelecek hakkında hiç düşünmüyorlar. Mesela onlara yarını sorsanız bir omuz silkmesiyle karşılaşırsınız. Bir otobüsü ya da geç kalmış bir arkadaşlarını yarım gün boyunca, bize inanılmaz gelen bir soğukkanlılıkla bekleyebiliyorlar.

Çok ilginç değil mi?

Çoğumuz için zaman bizim dışımızda akan bir şey. Yani bizim zamanın üzerinde bir etkimiz yok. Zaman evet var. Orada bir yerde; akıyor ve bizim de zamana uyum sağlamamız gerekiyor diye düşünüyoruz.

Fakat ben zaman kavramına bir de şu açıdan bakacağım:

Bizim zaman diye algıladığımız yalnızca dış dünyanın değil, aynı zamanda bilincimizin de bir fenomeni. Yani iç zamanımızdan bahsediyorum.

Mağara deneyi

Hepimizin hayatını yöneten üç farklı saat var.

Birincisi hayatımızın her yerini kuşatmış olan mekanik ya da dijital saatler. Onlar her yerde ve modern dünyada sürekli onlara bakmamız gerekiyor.

İkincisi biyolojik saatimiz. Yani bizim isteğimiz dışında bedensel faaliyetlerimizi kontrol eden saat.

Üçüncüsü ise iç zamanımız. Yani bilincimizin ürettiği zaman.

İlk iki zaman kavramında bir sıkıntı yok. Birincisi zaten hatasız çalışıyor. İkincisi ise çok az sapma payına sahip. Ama üçüncüsü… işte bizi sıkıntıya sokan o. Ve biz de burada onu inceleyeceğiz.

İç zamanımız öylesine esnek ve öylesine yanıltıcı ki bazen aylarca bile sapabiliyor.

Ne demek istediğimi size bir deneyle anlatayım arkadaşlar:

Michel Siffre ve mağara deneyi

Michel Siffre mağarada deney çadırında

16 Temmuz 1962’de 23 yaşındaki Fransız bir bilim insanı olan Michel Siffre kendi üzerinde bir deneye girişti. Alplerde bulunan buzullaşmış bir mağaraya, yanına saat almadan indi. Haftalar boyunca gün ışığı olmadan hiçbir şey yapmadığında ne olduğunu bulmak istiyordu.

Dağ yamacının 130 metre derininde kendine bir ev yaptı, yiyecek ve malzeme depoladı ve bir çadır kurdu. Asistanından yukarı çıkabileceği merdiveni geri çekmesini istedi. Deneyi yarıda kesmenin cazibesine kapılmak istemiyordu.

Dışarısıyla tek bağlantısı bir sahra telefonuydu. Ne zaman kalktığını, uyuduğunu, yediğini ve her defasında karanlıkta oturduğunu tahmin ettiği süreyi, bu telefonla bildiriyordu.

Bu buz gibi mağarada yolunu bulabilmek ve notlar almak için ise akülü bir lambanın zayıf ışığından yararlanıyordu. Ancak bu elektrik kaynağı sınırlı olduğu için her zaman kullanamıyordu. Bu yüzden zamanının çoğunu zifiri karanlıkta portatif bir sandalyede oturarak geçiriyordu.

İçeride geçirdiği haftalar boyunca tek arkadaşı bir örümcekti. Mağarada o kadar yalnızdı ki onunla konuşmaya başlamıştı. Bir gün kendi yemeğini örümcekle paylaşmak isteyince o da öldü. Artık tamamen yalnızdı.

Zaman algısının bozulması

Siffre içerideki karanlığın ve yalnızlığın etkisiyle zaman duygusunu iyice yitirmişti. Mesela uyandığı anla kahvaltıya başladığı an arasında yarım saat geçtiğini zannediyordu. Fakat yukarıdakiler Siffre’nin telefondan bildirdiği anları ölçünce gerçekte 1.5 saat geçtiğini saptıyorlardı.

Zifiri karanlıkta gece ve gündüz anlamsız sözcüklerdi. Bir defasında öğle yemeği zannettiği bir yemekten sonra kendisini yorgun hissetmiş ve uzanmıştı. Yeniden kendine geldiğinde kısa bir şekerleme yaptığını düşünmüştü. Gerçekte ise asistanları sekiz saatten fazla geçtiğini ölçtüler.

Mağaranın derin sessizliği Siffre’nin kendisini kaybolmuş hissetmesine sebep oluyordu. Uyuyakalma beklentisi biricik eğlencesi haline gelmişti.

Uykuyla uyanıklık arasındaki fark

İşte tam bu dönemde çok enteresan bir şey oldu arkadaşlar.

Siffre artık uykuyla uyanıklığı bile birbirinden ayıramaz olmuştu. Fal taşı gibi açılmış gözlerle karanlığın içine baktığında kararsız kalıyordu. Uyuyor muydu? Bir rüyanın içerisinde miydi? Yoksa uyanık mıydı? Böyle durumlar yaşamaya başlamıştı.

Aslında buradaki karışıklık sadece Siffre’nin bilincindeydi. Çünkü bedeninde hala dakik bir saat çalışmaya devam ediyordu. Fakat Siffre’nin biyolojik saatinin ne kadar kusursuz işlediğini sadece dışarıdaki arkadaşları biliyordu. Onların hesaplarına göre Siffre’nin günü düzenli olarak 24.5 saat sürüyordu. Bunun 16 saatini ise uyanık geçiriyordu.

14 Eylül’de mağaraya bir merdiven sarkıtıldığında arkadaşları ellerinde şampanyayla deneyi başarıyla sonuçlandıran Siffre’yi tebrik etmeye hazırlanmışlardı. Siffre şaşa kaldı. Deney nasıl bitmiş olabilirdi? Onun hesabına göre tarih 20 Ağustos olmalıydı.

İyi de aradaki 25 gün nereye gitmişti?

Siffre daha sonra bu deneylerini defalarca tekrarladı. 1972’de Texas’ta NASA’lı bilim insanlarının gözetiminde 205 gün yerin altında yaşadı. Bu defa deneyden sonra belleğinde tam iki ay eksikti.

Deneyin çıkarımları

Siffre ve arkadaşları bu deneylerden şu sonuçları çıkardılar.

Biyolojik saatimiz kan basıncı, hormonlar ve mide salgıları gibi şeyleri düzenliyordu. Yorulmamızı ve yeniden dirilmemizi sağlayan şeyler bunlardı. İşte Siffre ve arkadaşları yaptıkları deneylerle insan bedeninin bu biyolojik saatini gün yüzüne çıkarmış oldular. Bu saatin en iyi mekanik saatlerle mükemmel bir uyum içinde çalıştığını keşfettiler. Fakat biyolojik saatimiz bizim hissettiğimiz zaman değildi. Bilinç kendi zamanını üretiyordu. Algıladığımız, düşündüğümüz ve duyumsadığımız her şeyi bu iç zamana göre ölçüyorduk. Siffre’nin biyolojik saati çok iyi çalışıyordu ama iç zamanı, yani bilincindeki saati tamamen farklıydı.

Bu deneyimi aslında biz de her gün yaşıyoruz arkadaşlar. Bazen; “Bu film ne zaman bitti hiç anlamadım” ya da “Bu ders bitmek bilmedi” gibi cümleler kurmamız işte hep bu iç zamanımızın bizi yanıltmasından kaynaklanıyor. O yüzden de her yere koyduğumuz mekanik ya da dijital saatlere ihtiyaç duyuyoruz.

Zaman aralıkları uzadığında algımız değişir

Tüm bu deneylerden anladığımız üzere zaman aralıkları ne kadar kısaysa o kadar belirginleşiyorlar. Buna karşılık daha uzun periyotlarda zaman duygumuza güvenemiyoruz. Yani dakikalarla aylar arasında bizim algımız açısından ciddi bir fark var. Özellikle de gece ve gündüz gibi değişimleri göremiyorsak zaman duygusu iyice kayboluyor.

Bununla beraber acı çektiğimiz veya yoğun duygular içerisinde olduğumuz durumlarda kısa zaman aralıkları bile farklı akmış gibi gelebiliyor. Böyle durumlarda tabiri caizse saatin her sarkaç vuruşuna dikkat ediyoruz. Mesela kalp krizi geçiren yakınımız için beklediğimiz ambulans ya da dişçinin dişimizi çekip çıkarmaya çalışması gibi durumlar olduğundan çok daha uzun gibi geliyor. Bitmek bilmiyor. Beyin bu büyük veri bolluğunu daha uzun bir sürenin geçmiş olması gerektiğinin bir işareti olarak algılıyor.

Kendimizi kötü hissettiğimizde içerisinde bulunduğumuz durumun hemen geçeceği umuduna kapılıyoruz. İster bir yerde bekleyelim, ister dişimiz ağrısın fark etmez. Tüm bu durumlarda sürekli zamanı düşünüyoruz. İşte tam da zamanla meşgul olmamız onu daha da uzatıyor. Ancak Siffre’nin deneyinde olduğu gibi zamanla meşgul olmadığımız hatta gün dönümünü bile göremediğimiz bir ortamda aylar kaybolup gidebiliyor.

İç zamanımız neden sürekli yanılıyor?

Buraya kadar iç zamanımızın bilincin o sırada neyle meşgul olduğuna bağlı olduğundan bahsettik. İç zamanı yaşamanın beynin son derece karmaşık bir başarımı olduğunu anladık.

Peki doğa bize neredeyse kusursuz çalışan bir biyolojik saat vermişken neden dakikaları ve saatleri beynimizin hatasız algılamasına izin verecek bir mekanizma evrimleşmedi?

Bunun cevabını şöyle verebiliriz:

Doğada milyonlarca yıldır bu türden zaman aralıkları için kronometrik bir düzenlemeye gerek yoktu. Örneğin bir canlının can düşmanları uyurken yiyecek bulmaya çıkması gerekebiliyordu. Bir hayvanın yuvasından sabahın alacakaranlığında mı yoksa öğlen ışığında mı ayrıldığı bir ölüm kalım meselesi olabiliyordu. Ancak ilk yemişini tam olarak saat 4’te mi yoksa bundan 15 dakika sonra mı yediğinin hiçbir önemi yoktu. Fakat modern insan 15 dakika geç yediği yemek yüzünden toplantısına geç kalabilir.

Anlayacağınız arkadaşlar yabanıl hayatta dakikaların ve saatlerin anlamı yok. Geçmişte kabileler halinde yaşayan insan toplulukları da saatlere ve dakikalara itibar etmiyorlardı. Kimi kavimlerin dillerinde bu kadar kısa zaman dilimlerine karşılık düşen sözcükler bile bulunmuyordu. Bu zaman ölçülerine insanlar ancak gelişmiş toplumlarda ihtiyaç duymaya başladılar. Yani dakikaları ve saniyeleri icat etmek zorunda kaldık. Ancak bu icat, insan doğasına aykırıydı. Bu yüzden de bugün zaman sıkıntısı yaşıyoruz.

Sonuç:

Zaman konusu bugün hala bilim insanlarının bile üzerinde uzlaşmaya varamadığı gerçekten karmaşık bir konu. Bu videoda zamanı iki farklı açıdan ele aldık. Biri fizik perspektifinden diğeri ise zihin perspektifinden. Fizik perspektifinden bakarsak hareket ve kütle çekimi onu bükebilir. Yani zaman farklı gözlemciler için farklı akabilir. Bununla beraber bizim beyinlerimiz de zamanı farklı algılayabilir. İç zamanımız farklı anlarda farklı işliyor.

Sonuç olarak eğer hiçbir değişimin farkında olmazsak zamanın da farkında olmamız mümkün değil. Dünya’nın Ay’ın ve saatlerin hareketleri bizim zaman algımızın üzerinde önemli bir rol üstleniyor. Eğer Siffre gibi karanlık, boş ve sessiz bir mağarada olsaydınız ne kadar zaman geçtiğini tahmin etme konusunda oldukça başarısız olurdunuz. Zaman bugünkü modern bilimin bize gösterdiğine göre mutlak değil göreceli.

Bu yüzden bu videonun önermesi şu olsun.

Zamanınızı iyi kullanın. Zaman akıp gidiyor ve çok sınırlı. Çoğu zaman elinizde olmasa bile nerede hızlı akıtıp nerede yavaşlatacağınızı da iyi seçin. Çağımızda bilgisayar oyunları gibi şeyler zamanımızı bir kara delik gibi yutuyor. Modern insan hep zamansızlıktan yakınıyor. Fakat asıl sıkıntı zamanımızın yetersiz olması değil. Daha ziyade bu zamanı iyi kullanmasını bilmediğimiz için sorun yaşıyoruz. Umarım bu videoyla iyi bir zaman yatırımı yapmanızı sağlamışımdır.

Yeni bölümde görüşmek üzere…

Kaynaklar ve İleri Okuma:

Yaşamın Ham Maddesi Zaman – STEFAN KLEIN

Nasıl Başladı – RAMAZAN KARAKALE

https://science.howstuffworks.com/science-vs-myth/everyday-myths/time-dilation1.htm

Zaman neden bazen hızlanır bazen de durur? yazısı ilk önce Holosen üzerinde ortaya çıktı.